15 Ekim 2014 Çarşamba

How I loved Jose Mourinho?

              
                                                 
     "Vanity of vanities," says the Preacher; "Vanity of vanities, all is vanity."                                                                               Ecclesiastes 1:2 

Kelimelerin duygu, düşünce aktarma gibi bir niyeti varsa gerçekten, "saudade" dünya üzerinde türetilmiş en güzel kelime bence. Yaygın biçimde Portekiz'i ve Portekizlileri tanımlamak için kullanılıyor. Türkçe meali: maziye, uzaktakine duyulan nostaljik özlem. Yani şu demek: "Geçmişteki güzel zamanlar asla geri gelmeyecek. Bunu biliyoruz, farkındayız, ne var ki günü de yaşamak zorundayız işte, idare edin." Bu hüznü anlamak için tüm serveti bir gecede alınan devrik bir paşazadenin şehrin en işlek caddesinde dimdik yürüyüşünü tasavvur edin, ya da zamanında çok can yakan mahallenin güzel ablasının yetmiş yaşında da takındığı asil duruşu.

Portekiz' de yaşadığım müddette, coğrafyanın en batısına itilmiş olmanın yalnızlığını hissederdim insanlarda. Lizbon' un terk edilmiş evleri, nadiren kulağıma çalınan dokunaklı fado melodisi, okyanustan gelen yağmur yüklü bulutlar pekiştirirdi bu yalnızlığı. Aslında mutlu ve neşeli görünen insanların derinindeki hüznü sezmek zor değildi. Dillerini bile sitemkar bir edayla konuşurdu Portekizliler, "geçmişimiz parlaktı, ufkumuz sönük" karamsarlığında siz diğer ülkeden gelenleri inceden suçladıklarını hissederdiniz.

Geçmişteki güzel günleri özlemekte de haklılardı pekala. Cesur denizciler yetiştirmişlerdi bir kere zamanında. O cesur denizciler o güzel gemilere binmiş Hindistan' dan Japonya'ya, Brezilya' dan Angola' ya uzanan bir coğrafyada egemenlik kurmuşlardı. Dünya' nın sınırı onlarla başlayıp onlarla bitiyordu bir zamanlar, yalan değil. "Dünya Katolik olsun" hayaline kolayca kapılmış, yayılmışlardı. Goa sahillerinden baharat, Yeni Dünya açıklarından balık geliyordu sofralarına. Müreffehtiler. Güçlüydüler.

Sonra depremler, İngilizler, Hollandalılar geldi. İmparatorluk küçüldü, kayboldu. Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünü " Estado Novo" (Yeni ülke, Yeni Portekiz) parolasıyla ülkeyi yeniden biçimlendiren, Salazar diktatörlüğü altında geçirdiler. Salazar ülkeye eski gücünü yeniden kazandırmayı ve dünya lideri olmayı vaad ediyordu. Liberal ekonomiyi, futbolu ve dindar nesil yetiştirmeyi severdi. Sevdi ve sevdirdi. Ancak her diktatörlük gibi onunki de yıkıldığında dindar nesil ümidi hayal oldu, futbol baki kaldı. Portekiz kabuğunu kırıp özgürleştikçe futbol daha da popülerleşti. Benfica gibi başarılı bir takım yaratmayı bilip Eusebio gibi bir dünya yıldızı çıkartmayı başardılar bu kültür içinde. Futbol; şarap mantarı ile beraber ülkenin en büyük değeri ve ihracat kalemi oldu zamanla. Futboldan başka sporun alıcısı yoktu ve iyi futbol oynamak sınıf atlamak, zengin olmak, itibar görmek demekti diğer pek çok ülkede de olduğu gibi.


              

Yılların yoğurduğu bu kültür içinde, 2000" lerin Portekiz"inde futbol oynayanın gördüğü itibarın mislini ise, futbol oynatan bir adam görüyordu: Jose Mourinho. Kendi deyimiyle en yüksekte Tanrı ve sonra da o vardı Portekizlilerin gönlünde. Mourinho hiç bir zaman iyi futbol oynamadı, büyük kulüplerle adı geçmedi gençliğinde, dergilere kapak olmadı. İlk kez tercüman olarak başladığı saha dışı kariyerinde olayın matematiğini güzel biçimde çözmüş, dişiyle tırnağıyla kazıyarak hocalık kariyerinde zirveye ulaşmış ve dünyanın en tepesine oturmuştu. Yediden yetmişe herkesin takdir ettiği bir futbol adamıydı.

Mourinho' yu sevmezdim. Kazandığı her başarıda hakkını teslim etsem de, kendimi rahatsız hissederdim. Narsist tavırları, saha içi ve dışındaki provakatif müdaheleleri, sadece kazanma güdüsüyle hareket etmesi oyunun güzelliğine gölge düşürürdü. Futbolda görmek istemediğim ne varsa sanki bu adamda vücuda gelmişti. Öte yandan nev-i şahsına münhasır bir havası da yok değildi. Her yönüyle biraz deli, biraz dahiydi. Sempati duymasam da uçarı havasından, herkese meydan okumasından, kemiksiz diliyle yerleşik düzenin podyum elemanlarına sallamasından gayri ihtiyari bir keyif alırdım.

Portekiz insanlarının ona yönelik ilgisinde ise bambaşka manaların yer aldığını fark ediyordum. Mourinho ülkesinde seviliyordu çünkü ülkesi adına dünyaya meydan okuyordu. Portekiz'i tarihindeki zirve konumuna teknik adam olarak da olsa taşımayı başarmıştı. Sanki işsizliğin, ekonomik sıkıntıların intikamını alma görevi ona teslim edilmişti. Ülkenin geçmişte dünya genelinde sahip olduğu itibar ve statüyü maç sonunda aldığı üç puanlarla iade ediyordu. Her galibiyetinde "saudade" ye bir selam daha çakıyordu Jose, onu anlıyordum.

Peki Mourinho nasıl bu kadar başarılı olmuştu? En basitinden futbolu iyi analiz etmiş, sahadaki mücadelenin esasında psikolojik bir savaş olduğunu idrak etmişti. Zaferleriyle itibar görmek istiyordu ve başarmak için de ne gerekirse yapıyordu. Ve narsissti. Egosentrikti.  Peki neden böyleydi? Çünkü başka türlü olamazdı. Futbol dünyasına giriş biçimi, konumu, ülkesi ona bu karakterde olmazsa başarının mümkün olmadığını öğretmişti. O sadece gerekeni yapıyor, hoşumuza gitmese de oyunu kuralına göre oynuyordu. Ve tüm bu özellikleriyle de Fatih Terim' le fevkalade benzeşiyordu.


Evet, Jose ve Fatih, kardeştirler aslen. Fatih, en batının Jose'sinin en doğudaki aksidir. Bu isimler ruh eşleniğidirler, aynı gen havuzundan gelmişlerdir. Birbirleriyle kurdukları diyalog, arada "iyi arkadaşız" mesajını vermeleri bu kardeşlikten doğmaktadır. Ortak noktaları da haliyle çoktur. İkisi de oyuncularının kalbini fetheder, dış etkenlerden korurlar ve yedirmezler. Motivasyonda ustadırlar. Zoru, bazen imkansız denileni başarmayı bilirler. Özünde kötü insanlar da değildirler.

Bunun yanında ikisinin de kırmızı çizgileri ve takıntıları vardır. "Ben yaptım oldu" demeyi severler. İkisi de egolarını terbiye etmemişlerdir. İntikam ve öfkeden beslenirler genelde. Takımlarını medyanın yoğun baskısında yem etmemek için direnme reflekslerinden bir dokunulmazlık zırhı örmüşler, savunma pozisyonundan taarruz durumuna geçmişlerdir. 
Karakterleri ülkelerinin tarihi ve futbol koşullarınca belirlemiştir aslında, bir İskandinav gibi davranması beklenemez onlardan. Avrupa tarafından biraz hor görülen Portekiz' de ve bir türlü Avrupalılaşamayan Türkiye' de kıtanın devlerine kafa tutabilmişlerse bilin ki kökü derinlerde olan bir meseleleri vardır ki, bunu Fatih Terim milliyetçiliğinde kolayca görebilirsiniz. "Yıllarca onlar bize attı, biz niye atamayalım ?" diye gaz vermiştir hep futbolcularına. Avrupa, Türklerin ayak seslerini duyması beklenen bir yaşlı kıta değildir de nedir? Kazandığı Şampiyonlar Ligi  maçların sonunda bir Avrupalı gibi oynamaktan bahseder Fatih Terim, onlar gibi olabilmekten dem vurur; kökü Osmanlı' dır, Abdülmecid' dir. Vaziyet, Mourinho tarafında da pek farklı değildir. Yüzyıllar boyu Katolik bir harç ile yoğrulan o güçlü Portekiz İmparatorluğu' ndan eser yoktur ama Mourinho, pekala beklenen Mesih olabilir. Bu yüzden o "the selected one", seçilmiş kişidir ve Tanrı' dan hemen sonra gelir. Fatih Terim de ceddi üç kıtaya hükmeden cihan devletinin öz çocuğudur. "İmparator" dur o da; Fatih: fetheden ve korku veren.

Yüreğe hançer vursa gül sanacağım bir naiflikte olmuştur Fatih Terim hakkındaki görüşlerim. Zamanında rüyasını görsek lüks tüketim vergisine tabi tutulacak başarı hikayelerinin arkasında hep o vardır zira. Türkiye futboluna olan katkısı kimseyle kıyas kabul etmez bana göre. Onla büyümüş olduğumuzdan mı bilmem, oyun içinde ne yapacağını, sonrasında nasıl tepki vereceğini önceden kestiririm kolaylıkla. Maçın ikinci yarısında daha iyi futbol oynanacağından emindir mesela çoğu insan; devre arasında Fatih Hoca mutlaka gerekeni yapacaktır. Ne yapar eder, işi yoluna sokar. Oyunun kaderi nefes kesen son anlarda tayin edilecek, maç kopacaktır. Biz son dakikacı Türkler bu kaos havasını çok severiz."Fatih Terim, Allah Kerim" felsefesi iyi maya tutmuştur. Bir iş yetiştirirken veya son dakikaya bıraktığım proje için sabahlarken sıçtın mavisinin derinliklerinde Fatih Terim çıkacak gibi gelir ansızın: "İşler bir şekilde hallolur, yeter ki inan." Hakkaten de olur, hallolmayacak iş yoktur. Soyunma odasından sızan konuşmaları bir şekilde kazınmıştır sonra zihnime. Top oynarken aklıma topun olduğu her yerin pozisyon olacağı gelir. Bir de bazen tebessümle yad ederim: " Petit çok konuşur. Dirsek atar, çok konuşur." 

Velhasıl, eğer doksanlarda çocuk olmuş, futbolu ve Galatasaray' ı çok sevmiş biriyseniz Fatih Terim hakkında aksi istikamette iki kelam etmek fevkalede yorucu bir ızdıraptır. Vefasız davranıp, haksızlık yapmak istemezsiniz ona karşı. Çünkü Galatasaray, ekseriyetle Fatih Terim demektir. Eleştirmeye kalktığınızda çocukluğunuzun en mutlu anlarının mimarının gölgesi peşinde dikilir, kaçamazsınız. Babam ve Oğlum' da kapıyı vurup evi terk eden Sadık gibi hisseder insan hatta "baba" Fatih Terim karşısında. Bu gidişin dönüşü yoktur ve gidiyorum diyenin önünde de dağ olsa duramaz.

Son zamanlara kadar Fatih Terim' in tüm günahları bir şekilde affedilir gibi gelmişti bana. Çok kızdığım, onun adına utanma duygusu yaşadığım anlar (Türkiye-İsviçre, Galatasaray-Mersin İ.Y maçları..), tecrübe ettirdiği hayal kırıklıkları (takımdan son ayrılış biçimi ve sonrası) illa ki olmuştur. Yaşına ve tecrübesine yakışmayacak hareketlere imza attığı da elbette vakidir. Her insan gibi sineye çekilebilecek yanlışlarının olabileceğini düşünmüşümdür genel itibariyle. Kredisinin tükenmez olduğunu varsaymışımdır.

Öyle değilmiş, yanılmışım. Pazartesi günkü Türkiye- Letonya maçını izlerken Fatih hocadan artık fena halde bezdiğimi, sıkıldığımı fark ettim. Kendimi Letonya' yı desteklerken bulduğumda yalnız olmadığımı biliyordum ve ruhen beraber olduğum insanlar grubu siyasetinden sanatına, basınından futboluna kadar çöken bir bayağılık atmosferinde sanırım nefes almakta zorluk çekiyordu artık. "Bu böcek Güney Afrika' dan bir tane muzun içinde geldi" düsturunu şiar edinmiş insanlar "Yeni Türkiye" (Estado Novo)' ye rehberlik ederken, giriştikleri her şey lümpenleşmiş, baştan aşağı rezil olmuştu. Artık ne kadar rezil olursak o kadar iyiydi. Ve Fatih Terim de, ne yazık ki, bu basitlik sarmalının bir mağduru ya da objesi değil, bir yapıcısı, mimarı olmayı seçmişti. Zamanında Anadolu' yu şehir şehir gezip memleket futboluna müthiş isimler kazandıran, ikinci ligden milli kaleci çıkartan, kimseye eyvallahı olmayan "imparator"un iradesi kentsel dönüşüme uğramış, bu bayağı atmosferde erimiş, Fetret Devri' ne girmişti.

Maç sonu basın toplantısında soruları cevaplarken, "saudade" sözcüğünün Portekizlilerden daha çok artık Fatih Terim' e yakıştığını düşündüm. Geçmişteki o güzel günlerin asla geri gelmeyeceğini haber veriyordu Terim' in mimikleri. Ve bu güzel günler; zaferlerden, kazanıp kaybetmekten ziyade değerlerle, karakterle, kimin nerede durduğuyla ilişkiliydi sanki. "Bütün kabahat benim." derken tam da bunun tersini demek istediğini anlayacak kadar tanıyorduk artık Fatih Hoca'yı. "Milletçe hatalarımız var, ciddi bir şeyler yapmamız lazım" derken bir vatandaş olarak üzerime alınmıyordum, çünkü benim bunda ve diğer hiç bir kültürel-sosyal erozyonda tek suçum yoktu. Zaten hocanın tarif ettiği milletin içinde miydim artık, onu da bilmiyordum.

Gözümde tükenmez sandığım kredisi artık bitmişti Fatih Terim' in. Elinde kibirden, egodan, öfkeden başka bir şey kalmamıştı ve egolu-kibirli insanlar, toplumumuzu artık feci şekilde hasta ediyordu. İhtiyaç duyduğumuz belki de en son şey ben bilirimci, egosentrik insanlardı.

Gece yatmadan önce aklıma birden '96 Avrupa Şampiyonası zamanı Fatih Terim ve milli takım oyuncularının oynadığı reklam filmi geldi. Youtube' dan açtım, defalarca izledim. Millilere Tadelle dağıtmak için soyunma odasına giren altı-yedi yaşlarındaki çocuk, gofretlerden sonuncusunu hocaya ikram ediyordu. Hoca önce soğuk bir tavırla garipsedi taktik verirken çat kapı konuşmasını bölen çocuğu. Utanarak çıkan çocuğun ardından koridora çıktığında ise, arkasından gülümseyerek sesleniyordu reklamın sonunda: "Hey arkadaş, sağol!". 

O çocuk biraz da bizdik o yıllarda. Fatih Terim sağol diyince sanki biz de mutlu olmuştuk. Sonra büyüdük ve büyüdükçe adalet duygusunu kaybettiğini, içimize sindiremediğimiz fotoğraflara girdiğini gördük hocanın. Oysa sadece başarılarıyla dolu karelerle anımsamak isterdik, olmadı. Canı sağolsun.

Sanırım hem onun, hem de bizim iyiliğimiz için mazisine hürmeten hocayı hala seven ve sayan birinin ona "sağol arkadaş" demesi gerekiyor artık. 

Haydi, elini kalbine koy ve repeat after me...