16 Mart 2020 Pazartesi
15 Ekim 2014 Çarşamba
How I loved Jose Mourinho?
"Vanity of vanities," says the Preacher; "Vanity of vanities, all is vanity." Ecclesiastes 1:2
Kelimelerin duygu, düşünce aktarma gibi bir niyeti varsa gerçekten, "saudade" dünya üzerinde türetilmiş en güzel kelime bence. Yaygın biçimde Portekiz'i ve Portekizlileri tanımlamak için kullanılıyor. Türkçe meali: maziye, uzaktakine duyulan nostaljik özlem. Yani şu demek: "Geçmişteki güzel zamanlar asla geri gelmeyecek. Bunu biliyoruz, farkındayız, ne var ki günü de yaşamak zorundayız işte, idare edin." Bu hüznü anlamak için tüm serveti bir gecede alınan devrik bir paşazadenin şehrin en işlek caddesinde dimdik yürüyüşünü tasavvur edin, ya da zamanında çok can yakan mahallenin güzel ablasının yetmiş yaşında da takındığı asil duruşu.
Portekiz' de yaşadığım müddette, coğrafyanın en batısına itilmiş olmanın yalnızlığını hissederdim insanlarda. Lizbon' un terk edilmiş evleri, nadiren kulağıma çalınan dokunaklı fado melodisi, okyanustan gelen yağmur yüklü bulutlar pekiştirirdi bu yalnızlığı. Aslında mutlu ve neşeli görünen insanların derinindeki hüznü sezmek zor değildi. Dillerini bile sitemkar bir edayla konuşurdu Portekizliler, "geçmişimiz parlaktı, ufkumuz sönük" karamsarlığında siz diğer ülkeden gelenleri inceden suçladıklarını hissederdiniz.
Geçmişteki güzel günleri özlemekte de haklılardı pekala. Cesur denizciler yetiştirmişlerdi bir kere zamanında. O cesur denizciler o güzel gemilere binmiş Hindistan' dan Japonya'ya, Brezilya' dan Angola' ya uzanan bir coğrafyada egemenlik kurmuşlardı. Dünya' nın sınırı onlarla başlayıp onlarla bitiyordu bir zamanlar, yalan değil. "Dünya Katolik olsun" hayaline kolayca kapılmış, yayılmışlardı. Goa sahillerinden baharat, Yeni Dünya açıklarından balık geliyordu sofralarına. Müreffehtiler. Güçlüydüler.
Sonra depremler, İngilizler, Hollandalılar geldi. İmparatorluk küçüldü, kayboldu. Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünü " Estado Novo" (Yeni ülke, Yeni Portekiz) parolasıyla ülkeyi yeniden biçimlendiren, Salazar diktatörlüğü altında geçirdiler. Salazar ülkeye eski gücünü yeniden kazandırmayı ve dünya lideri olmayı vaad ediyordu. Liberal ekonomiyi, futbolu ve dindar nesil yetiştirmeyi severdi. Sevdi ve sevdirdi. Ancak her diktatörlük gibi onunki de yıkıldığında dindar nesil ümidi hayal oldu, futbol baki kaldı. Portekiz kabuğunu kırıp özgürleştikçe futbol daha da popülerleşti. Benfica gibi başarılı bir takım yaratmayı bilip Eusebio gibi bir dünya yıldızı çıkartmayı başardılar bu kültür içinde. Futbol; şarap mantarı ile beraber ülkenin en büyük değeri ve ihracat kalemi oldu zamanla. Futboldan başka sporun alıcısı yoktu ve iyi futbol oynamak sınıf atlamak, zengin olmak, itibar görmek demekti diğer pek çok ülkede de olduğu gibi.
Yılların yoğurduğu bu kültür içinde, 2000" lerin Portekiz"inde futbol oynayanın gördüğü itibarın mislini ise, futbol oynatan bir adam görüyordu: Jose Mourinho. Kendi deyimiyle en yüksekte Tanrı ve sonra da o vardı Portekizlilerin gönlünde. Mourinho hiç bir zaman iyi futbol oynamadı, büyük kulüplerle adı geçmedi gençliğinde, dergilere kapak olmadı. İlk kez tercüman olarak başladığı saha dışı kariyerinde olayın matematiğini güzel biçimde çözmüş, dişiyle tırnağıyla kazıyarak hocalık kariyerinde zirveye ulaşmış ve dünyanın en tepesine oturmuştu. Yediden yetmişe herkesin takdir ettiği bir futbol adamıydı.
Mourinho' yu sevmezdim. Kazandığı her başarıda hakkını teslim etsem de, kendimi rahatsız hissederdim. Narsist tavırları, saha içi ve dışındaki provakatif müdaheleleri, sadece kazanma güdüsüyle hareket etmesi oyunun güzelliğine gölge düşürürdü. Futbolda görmek istemediğim ne varsa sanki bu adamda vücuda gelmişti. Öte yandan nev-i şahsına münhasır bir havası da yok değildi. Her yönüyle biraz deli, biraz dahiydi. Sempati duymasam da uçarı havasından, herkese meydan okumasından, kemiksiz diliyle yerleşik düzenin podyum elemanlarına sallamasından gayri ihtiyari bir keyif alırdım.
Mourinho' yu sevmezdim. Kazandığı her başarıda hakkını teslim etsem de, kendimi rahatsız hissederdim. Narsist tavırları, saha içi ve dışındaki provakatif müdaheleleri, sadece kazanma güdüsüyle hareket etmesi oyunun güzelliğine gölge düşürürdü. Futbolda görmek istemediğim ne varsa sanki bu adamda vücuda gelmişti. Öte yandan nev-i şahsına münhasır bir havası da yok değildi. Her yönüyle biraz deli, biraz dahiydi. Sempati duymasam da uçarı havasından, herkese meydan okumasından, kemiksiz diliyle yerleşik düzenin podyum elemanlarına sallamasından gayri ihtiyari bir keyif alırdım.
Portekiz insanlarının ona yönelik ilgisinde ise bambaşka manaların yer aldığını fark ediyordum. Mourinho ülkesinde seviliyordu çünkü ülkesi adına dünyaya meydan okuyordu. Portekiz'i tarihindeki zirve konumuna teknik adam olarak da olsa taşımayı başarmıştı. Sanki işsizliğin, ekonomik sıkıntıların intikamını alma görevi ona teslim edilmişti. Ülkenin geçmişte dünya genelinde sahip olduğu itibar ve statüyü maç sonunda aldığı üç puanlarla iade ediyordu. Her galibiyetinde "saudade" ye bir selam daha çakıyordu Jose, onu anlıyordum.
Peki Mourinho nasıl bu kadar başarılı olmuştu? En basitinden futbolu iyi analiz etmiş, sahadaki mücadelenin esasında psikolojik bir savaş olduğunu idrak etmişti. Zaferleriyle itibar görmek istiyordu ve başarmak için de ne gerekirse yapıyordu. Ve narsissti. Egosentrikti. Peki neden böyleydi? Çünkü başka türlü olamazdı. Futbol dünyasına giriş biçimi, konumu, ülkesi ona bu karakterde olmazsa başarının mümkün olmadığını öğretmişti. O sadece gerekeni yapıyor, hoşumuza gitmese de oyunu kuralına göre oynuyordu. Ve tüm bu özellikleriyle de Fatih Terim' le fevkalade benzeşiyordu.
Evet, Jose ve Fatih, kardeştirler aslen. Fatih, en batının Jose'sinin en doğudaki aksidir. Bu isimler ruh eşleniğidirler, aynı gen havuzundan gelmişlerdir. Birbirleriyle kurdukları diyalog, arada "iyi arkadaşız" mesajını vermeleri bu kardeşlikten doğmaktadır. Ortak noktaları da haliyle çoktur. İkisi de oyuncularının kalbini fetheder, dış etkenlerden korurlar ve yedirmezler. Motivasyonda ustadırlar. Zoru, bazen imkansız denileni başarmayı bilirler. Özünde kötü insanlar da değildirler.
Bunun yanında ikisinin de kırmızı çizgileri ve takıntıları vardır. "Ben yaptım oldu" demeyi severler. İkisi de egolarını terbiye etmemişlerdir. İntikam ve öfkeden beslenirler genelde. Takımlarını medyanın yoğun baskısında yem etmemek için direnme reflekslerinden bir dokunulmazlık zırhı örmüşler, savunma pozisyonundan taarruz durumuna geçmişlerdir. Karakterleri ülkelerinin tarihi ve futbol koşullarınca belirlemiştir aslında, bir İskandinav gibi davranması beklenemez onlardan. Avrupa tarafından biraz hor görülen Portekiz' de ve bir türlü Avrupalılaşamayan Türkiye' de kıtanın devlerine kafa tutabilmişlerse bilin ki kökü derinlerde olan bir meseleleri vardır ki, bunu Fatih Terim milliyetçiliğinde kolayca görebilirsiniz. "Yıllarca onlar bize attı, biz niye atamayalım ?" diye gaz vermiştir hep futbolcularına. Avrupa, Türklerin ayak seslerini duyması beklenen bir yaşlı kıta değildir de nedir? Kazandığı Şampiyonlar Ligi maçların sonunda bir Avrupalı gibi oynamaktan bahseder Fatih Terim, onlar gibi olabilmekten dem vurur; kökü Osmanlı' dır, Abdülmecid' dir. Vaziyet, Mourinho tarafında da pek farklı değildir. Yüzyıllar boyu Katolik bir harç ile yoğrulan o güçlü Portekiz İmparatorluğu' ndan eser yoktur ama Mourinho, pekala beklenen Mesih olabilir. Bu yüzden o "the selected one", seçilmiş kişidir ve Tanrı' dan hemen sonra gelir. Fatih Terim de ceddi üç kıtaya hükmeden cihan devletinin öz çocuğudur. "İmparator" dur o da; Fatih: fetheden ve korku veren.
Velhasıl, eğer doksanlarda çocuk olmuş, futbolu ve Galatasaray' ı çok sevmiş biriyseniz Fatih Terim hakkında aksi istikamette iki kelam etmek fevkalede yorucu bir ızdıraptır. Vefasız davranıp, haksızlık yapmak istemezsiniz ona karşı. Çünkü Galatasaray, ekseriyetle Fatih Terim demektir. Eleştirmeye kalktığınızda çocukluğunuzun en mutlu anlarının mimarının gölgesi peşinde dikilir, kaçamazsınız. Babam ve Oğlum' da kapıyı vurup evi terk eden Sadık gibi hisseder insan hatta "baba" Fatih Terim karşısında. Bu gidişin dönüşü yoktur ve gidiyorum diyenin önünde de dağ olsa duramaz.
Son zamanlara kadar Fatih Terim' in tüm günahları bir şekilde affedilir gibi gelmişti bana. Çok kızdığım, onun adına utanma duygusu yaşadığım anlar (Türkiye-İsviçre, Galatasaray-Mersin İ.Y maçları..), tecrübe ettirdiği hayal kırıklıkları (takımdan son ayrılış biçimi ve sonrası) illa ki olmuştur. Yaşına ve tecrübesine yakışmayacak hareketlere imza attığı da elbette vakidir. Her insan gibi sineye çekilebilecek yanlışlarının olabileceğini düşünmüşümdür genel itibariyle. Kredisinin tükenmez olduğunu varsaymışımdır.
Öyle değilmiş, yanılmışım. Pazartesi günkü Türkiye- Letonya maçını izlerken Fatih hocadan artık fena halde bezdiğimi, sıkıldığımı fark ettim. Kendimi Letonya' yı desteklerken bulduğumda yalnız olmadığımı biliyordum ve ruhen beraber olduğum insanlar grubu siyasetinden sanatına, basınından futboluna kadar çöken bir bayağılık atmosferinde sanırım nefes almakta zorluk çekiyordu artık. "Bu böcek Güney Afrika' dan bir tane muzun içinde geldi" düsturunu şiar edinmiş insanlar "Yeni Türkiye" (Estado Novo)' ye rehberlik ederken, giriştikleri her şey lümpenleşmiş, baştan aşağı rezil olmuştu. Artık ne kadar rezil olursak o kadar iyiydi. Ve Fatih Terim de, ne yazık ki, bu basitlik sarmalının bir mağduru ya da objesi değil, bir yapıcısı, mimarı olmayı seçmişti. Zamanında Anadolu' yu şehir şehir gezip memleket futboluna müthiş isimler kazandıran, ikinci ligden milli kaleci çıkartan, kimseye eyvallahı olmayan "imparator"un iradesi kentsel dönüşüme uğramış, bu bayağı atmosferde erimiş, Fetret Devri' ne girmişti.
Maç sonu basın toplantısında soruları cevaplarken, "saudade" sözcüğünün Portekizlilerden daha çok artık Fatih Terim' e yakıştığını düşündüm. Geçmişteki o güzel günlerin asla geri gelmeyeceğini haber veriyordu Terim' in mimikleri. Ve bu güzel günler; zaferlerden, kazanıp kaybetmekten ziyade değerlerle, karakterle, kimin nerede durduğuyla ilişkiliydi sanki. "Bütün kabahat benim." derken tam da bunun tersini demek istediğini anlayacak kadar tanıyorduk artık Fatih Hoca'yı. "Milletçe hatalarımız var, ciddi bir şeyler yapmamız lazım" derken bir vatandaş olarak üzerime alınmıyordum, çünkü benim bunda ve diğer hiç bir kültürel-sosyal erozyonda tek suçum yoktu. Zaten hocanın tarif ettiği milletin içinde miydim artık, onu da bilmiyordum.
Gözümde tükenmez sandığım kredisi artık bitmişti Fatih Terim' in. Elinde kibirden, egodan, öfkeden başka bir şey kalmamıştı ve egolu-kibirli insanlar, toplumumuzu artık feci şekilde hasta ediyordu. İhtiyaç duyduğumuz belki de en son şey ben bilirimci, egosentrik insanlardı.
Gece yatmadan önce aklıma birden '96 Avrupa Şampiyonası zamanı Fatih Terim ve milli takım oyuncularının oynadığı reklam filmi geldi. Youtube' dan açtım, defalarca izledim. Millilere Tadelle dağıtmak için soyunma odasına giren altı-yedi yaşlarındaki çocuk, gofretlerden sonuncusunu hocaya ikram ediyordu. Hoca önce soğuk bir tavırla garipsedi taktik verirken çat kapı konuşmasını bölen çocuğu. Utanarak çıkan çocuğun ardından koridora çıktığında ise, arkasından gülümseyerek sesleniyordu reklamın sonunda: "Hey arkadaş, sağol!".
O çocuk biraz da bizdik o yıllarda. Fatih Terim sağol diyince sanki biz de mutlu olmuştuk. Sonra büyüdük ve büyüdükçe adalet duygusunu kaybettiğini, içimize sindiremediğimiz fotoğraflara girdiğini gördük hocanın. Oysa sadece başarılarıyla dolu karelerle anımsamak isterdik, olmadı. Canı sağolsun.
Sanırım hem onun, hem de bizim iyiliğimiz için mazisine hürmeten hocayı hala seven ve sayan birinin ona "sağol arkadaş" demesi gerekiyor artık.
Haydi, elini kalbine koy ve repeat after me...
15 Temmuz 2014 Salı
Systembolaget
Bi frekans ayarı
Çeksek mi peder?
Koyuyor adama
Pazarları uyandırılmak
Ve renkli rüyalardan
Uzak bırakılmak
Eski zaman berberleri
Ve tüm günümüz kiliseleri gibi
Pazarları da açık olan duyguların
Bayrağa seslenmesidir ki bu
Tek günah bulamazsın
Çıkaracak
Diğerlerinden,
Cennetin yukarıda bir yerlerde
Olduğuna inanmayanlardan
Bir çocuk
Belki de en derin noktasında
Metronun.
İşte aniden karşılaşması
Bir çift gözle
Zıt yöne bakan
Ve cennete açılan o camdan
Bizi en yakın istasyonlara atın..
Ve hala aynı köşesinde mi bekler
Dans pistinin boşalmasını
Duvar kenarındaki
Umut kırıntıları
Henüz gelişmemiş veya gelişmekte olan
Birlikteliklerin?
Şu ilahi adalet dediğin
Pilsiz çalışmaz mı be peder?
19 Eylül 2010
6 Temmuz 2014 Pazar
Teninde Portakal Kokusu
Eskiler bana derdi ki Cruyff çok hızlı koşardı
Efendiler derdim Overmars realitesiyle yüzleşelim
Realiteyi yeni öğrenmiştim cümle içinde kullanırdım
Mercan kurşun kalem kullanırdım, gönye-iletki kullanırdım
Daha sekiz yaşındaydım ekranda Gülriz Sururi vardı
Ve gözleri vardı, korkmuştum, ve Kluivert vardı
Michael Owen yeni çıkmış Eto henüz bitmemişti
Kuala Lumpur Havaalanı açıldı açın arşivlere bakın
Tamam nihayetinde de Zidane kupayı getirdi diyelim
Bak meleğim, duy sevgilim 98' öyle bir yazdı
Zaman geçti mezun oldum, aşık oldum, yeni hayatlar kurdum
Arada Amsterdama gittim kanallarında zap yaptım
Biletsizdim inmedim, bir izmarit gibi trenden atıldım
Bir Hollandalı gibi uçtum ve Şirin Babanın ellerinden öptüm
Şirin Babanın elini öptüm ve alnıma koydum
Zenden dar alanda etkisiz dediler ona bile katıldım
Senden de vazgeçerdim de sen buna çok kırılırdın
İleri-geri savunma-hücum en sonunda yoruldum
Bilmem ben total futbol dedikçe sen neden durulurdun
Düşünürüm o açı ölçen gönye miydi iletki mi
Sn. Ejder abim doksanlara vururken içimde müstezhi bir geometri
İsterim rabbim onu bağışlasın uzun ömürler versin
Boş alan versin kademe hatası versin dönen toplar versin
Arada bizi de görsün sıcak mola yeri falan versin
Ülkemiz çöl olmasın, kutuplar da erimesin
Sonra organize bi atak olsun, e bi ofsayt da görülmesin
Muhtar gelsin ve tebrik etsin ve kupa alnında yükselsin
Unutma sen doğduğum köylerin daimi prensesisin
Kutuplar da erimesin, sen penguen seversin
Olur ya uzatmalara gider, maazallah penaltılara kalır
Şimdiden gelin anlaşalım herkes kulağını kessin
Sol kulağını kessin sonra götürüp kaleciye versin
Çünkü kaçan her penaltı en çok iki adım ıskalanmıştır
Belki lodos ters esmiş, rahmet yağmış, zemin kayganlaşmıştır
Ama neden diye ağlama aşkım bunun sefası da cefası da kutsal
Çünkü sancak tarafında diğerleri, iskelede portakal
Robben atar, maç döner, sen yeter ki yanımda kal
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Yaşam Odası
Kelebekler aslına rücu ediyor güneş batarken
Karga seslerini ambulans kovalıyor.
Paydos diye seslenmek istiyorum ıssızlığın olduğu yöne
Elimden almasalar kadranlı pusulamı,
Kör olmadığım anlaşılmayacak belki de.
Ağzımda erirken sigaram
Aman yetişin diyor dostlar, içinde binbir türlü zehir var.
Oysa ben tüten her bir zehri soğurmak istiyorum.
İçimde kalsın, dolansın dursun tüm maddeler.
Durun gitmeyin diyemiyorum.
Durun, gitmeyin.
Bir beş dakika daha verilmeli külümün hatrı için.
Makbule geçerdi.
Tuğladan örülü mezarları düşünürdüm bir müddet daha
Tevekkül diyene kederle gülümserdim.
Boş zaman bulunca hakka hukuka gidiyor kafam, zaafım bu.
Kötü bir alışkanlık
Ne yazık.
Müfredata sığmayan bir cüssesi vardı bizim din hocasının
Yine de eğilerek kalkardık sınıfa girdiğinde.
Bugün de konu karbon derdi, yine onu anlatacağız.
Karbon yolunda koşuyoruz, sabır, kavuşacağız.
Çünkü siz hep karbon bir kağıttan temize geçtiniz
Ve çocukken oyunlarınızı dahi kömürden seçtiniz.
Ve çocukken oyunlarınızı dahi kömürden seçtiniz.
İlgisiz bir talebeydim ben,
Şimdi daha iyi anlıyorum..
Devletin bütün birimleri seferber oluyor işi gücü bırakıp
Yatışayım diye hemen yorgun bir öküz ayarlıyorlar gökten.
Her mayıs ortası bu yüzü daha iyi seçiyorum.
Nefs-i müdafaa ederdim ilk zamanlar, direnirdim.
Artık sol elimle bırakın gelsin diye işaret ediyorum.
Bırakın, gelsin.
Bilhassa kaymakam bey pek hassas bu konuda.
Kamu dayanışmasının nadide bir örneği olarak,
Özenle oturtuluyor hayvan böğrüme.
Ne ağır.
Acemiliğin o ilk zamanları
Selamlamaya çıkan başrol oyuncusu gibi çıkardım yat içtimasına.
Bunu anlatınca gülmüştük ikimiz de.
Henüz ocağa dikilmemiş incirin gölgesindeydik.
Tüm yetki ve sorumlulukları ancak bize yetenlere küfretmişti bi güzel
İyi söverdi.
Yine gülmüştük.
Kardeşimi çok özlüyorum..
16 Nisan 2014 Çarşamba
Mutlu muyuz?
Yeni yıla giren Sydney gibi biraz önden başladık bugün. Gözlerini masaya dikmiş, tam karşımdaki iskemlede hep ayni ritimde yudumluyor kadehini Mutlu. Kendisi edebi ve ezeli dostum. Sıra arkadaşım, toprağım, kirvem, sırdaşım ve daha bir sürü şeyim. On numara adamdır. Tanısanız seversiniz. Bugüne dek pek çok şey paylaştık onunla. Beraber rüzgara karşı da işedik, İzlanda niyetiyle yola çıkıp Nemrut tepelerinde güneşi de doğurduk. Batımına Kars'a geçtik, soğuktan zatürre olduk. Çoğu zaman aynı romanları okuduk. Ayağı kırıldığında ben de rapor aldım bi şekilde. İkimiz de İngilizceyi chat odalarında öğrendik. Yeri geldi birbirimize wingmanlik yaptık. Yeri geldi aynı kızdan hoşlanmaya başlayınca efendice çekilmeyi de bildik çaktırmadan. Kavgalara da girdik beraber, yüz yüze kavga ettiğimiz de oldu küçükken. İstisnasız her çarşı iznimizde telefondan iddaa kuponu yaptık askerde. Ben rahat yaptım, o süründü. O politika okumak isterdi hep, bankacı oldu. Benim bilgisayara ilgim vardi ezelden, pazarlamacı oldum. Hayat..
Bana özgürlüğün tanımını yap deseler Mutlu'yla içtiğimiz şu akşamlardır işte derim. Eskiden daha sık yapardık, şimdi epey nadir oluyor. Bir araya gelip tüm kavramların içini boşaltmanın verdiği keyfi başka şeyde bulamayız. Alemin kutsalına, en derin delhizlerine gireriz. Az meze, bi paket Camel, arada şekersiz çay. Kafi. Tabumuz, gizlimiz,saklımız yoktur. Hayatla dalga geçmeyi bilen adamlarız. Gece akıp giderken geyiği sonlandırmamız gerektiğini Şükrü abinin yorgun düşen göz kapaklarından anlarız. Sağ olsun hiç kapatıyorum falan demez Şükrü abi. Mekanın kaderini kendimiz tayin ederiz. Genelde muhabbet demini iyice alınca da konu er geç futbola gelir. Şimdiki değil, geçmiş zamanın, çocukluk yıllarımızın güzel futbolu. Bir bir yad ederiz: Önce Klinsmann..O efsane Ajax kadrosu. Baggio'nun Budizm takıntıları. Mendieta'nın hiç kaçmayan penaltıları. Owen'ın ortaya çıktığı 98 yazı ve aynı turnuvada Paraguay'ın uzatmada Fransa'ya elenişi. Chilavert'e duyduğumuz o muazzam güven. Ne yıkılmıştık lan o gün.. Ve Hagi. İlle de Hagi. Şu dünyada en son o üzülsün isteriz.
Bugün futbol konuşmuyoruz. Daha doğrusu konuşamıyoruz. Mesele biraz farklı seyrediyor çünkü Mutlu kardeşimin içine Sıcak Saatler'in Sedat Yalçın'ı kaçmış. Kafa da hafiften olmuş hani. Rakının çatallaştırdığı sesiyle bize Houston'dan bildiriyor: "Büyük adamlar aslında hiç büyümemiş adamlardır moruk!" diyor kafasını gözlerini diktiği masadan kaldırarak. "İnsanlar onları hep sonradan anlarlar ama böyledir bu. Biz hiç büyümeyecektik aslında. Orada çok yanlış yaptık. Zamanda takılıp kalmayı, hep çocuk olmayı bilemedik. Ciddiye alınmak için tüm hayallerimizi sattık. İnsan içine çıkıcaz diye insanlığımızdan olduk. Olduk da ne oldu? Rızkımızın pesinde koşmaktan popomuzu sıkılaştırdık da ne oldu? Beraber tuvalete bile gitmeyeceğimiz adamlara eyvallah ettik durduk. Puştlukları kanıksar hale geldik. Zamanında şiirler yazdığımız hatunlar "evleniyoruz,mutluyuz" yazdırdı elalemin arabalarına. Bari biraz orjinal şeyler yazdırsalardı da içimiz bu kadar acımasaydı. Hiç olmazsa bunu öğretebilseydik. Lamı cimi yok, beceremedik usta. Küçükken güya dünyayı değiştirecektik. Noldu?"
Anlıyorum ama konuşamıyorum. Benim tıkandığım yerde Şükrü abi devreye giriyor. Esnaf adam, durumun farkında. Senelerin verdiği kondisyonla tek elle iskemleleri çevirirken hafiften kalkıyoruz. Mutlu gerek görmüyor ama ben evine kadar eslik ediyorum yine de. Şu saatte dört kat çıkmak kolay değil. Üçe basar, beşe basar. Tatsızlık olmasın.
Çocuğun gece ateşi çıkmış. Uykusuz gözlerle açıyor kapıyı karısı. Telefonu duymamışız ya da duymak istememişiz. "Kusura bakma Arzu" dedim. "Özlemişiz birbirimizi, biraz hasret giderdik kocanla." Tamam da bu saate de kalınır mı gibisinden bişeyler söyledi.
Daha da kalacaktık da, kalamadık diyemedim. Basıp gidecektik anasını satayım. En başında yapamadığımız şeyi bugün yapacaktık, çok yaklaştık ama yine sizlere kıyamadık. Döndük dolaştık yine geldik.
Oysa plan öyle değildi lan Mutlu.. Onunda da on beşinde de yol haritamız belliydi. Buralarda durmayacaktık.
Durmayacaktık harbiden. Biz de eşkıya olmaya karar vermiştik film bitince. Hani dağlara çıkacaktık? Noldu?..
2 Nisan 2014 Çarşamba
Nothing to Declare
İlk kim başlattı bilmiyorum da dünyamız zaman içinde kirlendi. Bu kirlenmişlik iki çeşit insan yarattı. Rahibeliğe soyunanlar merkeze çekilip himaye altına alınırken serzenişte bulunanlar bir bir sürgün edildi. Sürgün edildiği yerden ait olmak istediği yere seslenenler oldu. Onlara şair dendi. Nazım, Neruda, Brecht. Çok güzel dünyalara inandılar, lakin hafsalamız almadı. Bir ara Shakespeare aşk dedi, gurur dedi, güç dedi. Kafamızı açarken belli ki kötü niyeti yoktu, bunun için onu suçlamamalıyız. Pushkin' de ise şövalye hamuru vardı; şövalye gibi yaşadı ve bir şövalye nasıl ölürse öyle öldü. Sonrasında Ruslar mirasına yancılık bile yapsalar zirveye oynarlardı, üzerine dahi koydular. Ha iyi mi yaptılar? Tartışılır. Bence bu insan olayını çok abarttılar ki bunun için onları suçlamalıyız. Ege' nin öte yakasında da Samuraylar vardı, onlar kendi davalarına çok kaptırdılar; çok kol kırıldı, yuan içinde kaldı. Bildiklerini bize okutmaktansa kendilerine sakladılar. İşte benim anladığım selfsuffişınt ekonomi! Arada türlü türlü filozoflar boy verdi, karmaşık konuştular. Haliyle halk tabanında karşılık bulmadı. Talihsiz anlar, talihsiz anlar..Bu arada derebeylikler yıkıldı ama fazla mesailer ve takiben güneşli günlere nöbet yazmalar başladı. Top, tüfek, mertlik olayları. Biliyorsun bunları. Özetle işler sarpa sarıyordu ve olayın aslı da pek Bob Ross' un anlattığı gibi değildi. Yani yapılan her hata hemen bir ağaçla kapanmıyordu öyle. Başımızdakiler de şu ağaç meselesini hiç bir zaman anlamadı ya. Neyse.
Velhasıl, o oldu, bu oldu. Fatih öldü, şarabı yarım kaldı. Hayyam hallendiyse de bulutlar masaya uzaktı. Aslında Veysel sadık yarini deşifre ettiğinde meselenin özünü fevkalade kavramıştı da İsmet Özel ne ara böyle olmuştu? İnsan gerçekten hayret ediyor. Neyse.
Sonra işte Lykke Li çıktı, Lana del Rey peydah oldu. Balkonlarında civciv besleyen çocukların masumiyetiyle geldiler aramıza. Ve bizi her şeyin başladığı yere, santrada koyun güden Homeros' un yanına götürdüler. Hep sevgiye inandılar, hep yara aldılar. Yaralarını gösterdiler bir bir. Kendi suretimizi gördükçe utandık ve içimiz kıyıldı. Sadness is a Blessing diye haykırırken gerçek misiniz siz hakkaten dediler, ki Just Ride diye öğüt veren de onlardı. Aşkitoyla pazar keyfi kahvaltımıza bi kıps yaptılar nakarattan.Sonra da şak diye Shakespeare' in denklemini ısıtıp önümüze koydular. Yani Asya mı İlyas' a yamuk yapmıştı, or vice versa? Yoksa alem zaten çoktan global mi olmuştu? Selvi boylum, takma adlım. Benim modern zaman sürgünlerim, sürgünlerimiz..İnan bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
27 Şubat 2014 Perşembe
Tapeler ve Oğullar
"19 Kasım 1947
Sevgili Erdalcığım,
Ömer'in arada yazdığı davetler, iyi adamlar ve iyi muhitler
görünüyor. Sen de beraber bulun. Ömer' e de yazdım. Mütevazı da olsa
karşılamaya çalışın. Ömer bütçesini söyledi 250 dolar. Ayda ona göre göndermeye
çalışacağım. Sen şimdilik 150 dolardan bahsediyorsun. 138 dolar resmi aylığı
her ay alırsın. Üstünü ihtiyacın kadar eklersin. Zamanla istikrarlı bir fikir
ediniriz. Her ay nihayeti hesap isterim. Ömer' in bankada parası var mı, yok mu
diye sordum. Söyler mi bilmem. Sen biliyorsan sen söyle. Çok öğrenmek isteğim,
sizi sıkıntıda bırakmamak endişesindendir. Üzülmeyin.
CHP Kurultayı üç gündür toplantıda. Bir nutuk söyledim; daha
on günlük işi var. Ha, bugün ata bindim annenle beraber. Bir saat gezdik. Yavaş
yavaş alışacağım. Çok unutmamışım, pek eğlendik.
Ömer, termodinamik ile atom fiziğini seninle beraber
alıyormuş. Ne iyi. Hem sen bana laboratuarda çalışıp çalışmadığından hiç
bahsetmedin. Merak ediyorum. Sen de Ömer de laboratuar çalışması yapıyorsanız
bana bir kelime yazsanız. Şimdilik allahaısmarladık. Gözlerinden öperim canım
evladım.
7 Aralık 1947
Erdal, canım oğlum,
Hatırımda iken sorayım. Benim fizik laboratuarımdaki fizik
aletleri sana ileride lazım olur mu? Eğer bunlar senin için faydalı olurlarsa
kendime mal etmeliyim. Değilse devletin malı olarak köşkte kalır, ilk mektupta
bana bir kelime yaz.
2 Ocak 1948
Erdal, sevgili oğlum,
Mektubu postaya verdikten sonra, sana yazmaya başlayacaktım.
Amma bir iki satırla sana minnet ve teşekkürlerimi söylemek istiyorum, ilk temel
notların bütün ümitlerimi aştı. Var ol evladım. Kim bilir ne kadar sıkı
çalıştın. Aman biraz itidal. Biraz dikkatli ölçülü ol. Sıhhatini ve neşeni
korumak için hava almayı unutma....Şimdi Ömer' in tez dersi başlıyor. Size
güvenmemde haklı çıkıyorum. Ne kadar seviniyorum. Bana yeni yılı büyük
ümitlerle açtınız. Var olun.
4 Şubat 1948
Derslerde yeni şeyler öğrendiğini, ilerlediğini hissettiğin
intibaı bana ayrıca zevk verdi. Mart ortası term'i de hemen hemen bir aylık iş.
Hayırlısı olsun.
İyi bir akademik tahsile ne kadar ehemmiyet verdiğimi
bilirsin. Hepimiz öğrenme, hem de akademik ilim düşkünüyüz. Bunun zevki ve
şerefi, aile içinde sana nasip olacak. Hepimiz seninle ayrıca iftihar
duyacağız. Seçkin bir ilim adamı yetiştirmek bir aile için ne mutlu.
Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Haziran hesabına da
bayıldık.
14 Nisan 1948
Erdal,oğlum,
Büyük Meclis tatilden geldi, çalışmaya başladı, işlerimiz
tekrar çoğalacak, çeşitlenecek. Şimdi bir de Türk- İngiliz müzik festivali
geçiriyoruz. Yalnız iki milletin eserleri. Bir hafta sürecek. Çalan bizim
orkestra, idare eden İngiliz. Eserler İngiliz besteleri. Hayran oldum doğrusu.
Siz nasılsınız? Senin 250 doların, iki gün aralıkla iki
taksitte gitti. Mektep taksitinin makbuzu daha gelmedi. Ömerciğimin daktilosu
da daha bitmedi. Fenni yazı kolay olmayacak ama siz de tam çaresini bulamadınız
gibi geliyor bana. Dışarıdan bulunan daktiloların diferansiyel denklemlerini
yazmalarına aklım ermiyor..
10 Mayıs 1948
Erdal oğlum, sevgili oğlum,
Paran iki yüz dolar kalmış. Borçlarını öderiz. Yol parasının
ne kadar olacağını, Ömer geldikten sonra öğreniriz ama sen de bir şey yaz.
Tabii izinli gelirken eşyanın bir kısmını, otomobilini, paran kalırsa onu
bırakırsın. Öyle düşünüyorum. Hepsinin tedbirini şimdiden düşünmek lazım.
Arkası yarın. Şimdilik gözlerinden öperim.
26 Mayıs 1948
Sana yol parası 1000 dolar gönderirim. Fazla paran orada
kalsın. Gurbettesin, üç-beş kuruş tasarrufun olması lazımdır. Hep iyiyiz.
Gözlerinden öperiz.
30 Mayıs 1948
Erdal, evladım,
Ömer Teknik Üniversite' ye hoca olarak giriyor. Mukavemet
dersine. Yarın mektebe gidip dekanla ve kürsü hocası ile görüşecek. Dün rektör
ile görüştük. Bu fikir onun telkini. Askerliği, burada hayatının tanzimi,
asistanlığı, doçentliği bir sürü mesele. Sen gelince tafsilatlı görüşürüz.
Annenin iki gözü iki çeşme. Şimdi Ankara' ya götürüp sonra getireceğiz.
7 Haziran 1948
Ne yapıyorsun, hazırlanıyor musun? Sıcaklar çok oldu mu?
Eşyalarını hazırladın mı? Allah kolaylık versin. Hep seni hatırlıyoruz,
inşallah afiyetle gelirsin. Gözlerinden öperim seni. Allah' ın birliğine emanet
ederim yavrum. Paran yetişecek mi? Yetişecek kadar al da yolda sıkılma.
13 Ekim 1948
Bugün Kurban Bayramı. Kurban kavurması yedik. Boğazımda
kaldı, seni hatırladım. Bayramın kutlu olsun. Hep iyiyiz evladım. Senin
haberlerini aldıkça kuvvet ve teselli buluyoruz.
Ömer'i yetiştirmekle meşguluz. Bir apartman bulduk. Daha
tamam boşalmadı ya! Apartmanı annen temizletiyor. Galiba Sadık Efendiyi de
koyacağız, Maçka'da üniversitesine yakın. Hayatı intizama girecek. Büyük
meselemiz Taşlık' ta bir ev yapılmasına karar vermektir. Bugünlerde zihnim
onunla meşgul. Hayırlısı. Ömer, "İnşaat iyi olsun."diyor. Paramız
yok. Bakalım ne yapacağız?
19 Kasım 1948
Dün annen, Özden uzun uzun ata bindik. Hava serin, rüzgarsız
ve güneşli idi. Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Büyükannen bir türlü
düzelmiyor. Gelecek mektupta bir iki tatlı söz yaz okutsun, bahtiyar olur. Ömer,
seni parasız bırakmayalım diye her fırsatta söylenir. Erdal, sıkıntı çekiyor
musun evladım, bana arkadaşın gibi vaziyetini olduğu gibi doğru söyle. Selamlar
ve sevgilerle.
27 Şubat 1949
Erdalım, sevgili oğlum,
Annene yazdığın 21 tarihli mektubu okuduk. Keyiflisin,
iyisin; çok şükür. Derslerin normal diyorsun. On gün sonra yeni bir imtihanınız
var. Allah kolaylık versin.
Kürk hikayesini de okudum. Olacak iş değil! O kadar doları
bulamayız. Hemen sözünü geri al. Senin bu kadarcık ihtiyat paran için üç
senedir uğraşıyoruz. Hulasa, olacak iş değil.
Büyükannen bugün daha iyi. Dün bir kriz geçirdi. Çok
üzüldük. Bugün çok iyi. Selamını ben söyledim, çok dua etti. Gözlerinden öperim
evladım sevgili Erdalım, canım oğlum.
27 Temmuz 1949
Erdal, sevgili evladım,
Ömer bu sabah Amerikalı dostları ile Roma' ya uçtu. Bayramı
oralarda geçirecek. Annen, büyükannen, Özden içeride, misafirler ile bayram
yapıyorlar. Ben kütüphanede seninle yalnızım. Senin derslerini hatırlamaya,
senin yalnızlığın ile duygularımı meşgul etmeye çalışıyorum. Bütün kuvvetimizi
ve tesellimizi senin ilim adamı olarak yetişmene hasretmeye uğraşıyoruz. Var ol
evladım, sıhhatin ile, neşe ile memlekete faydalı bir ilim adamı olarak
yetişmeye çalış. Bayramın kutlu olsun. Gözlerinden öperim. Canım Erdalım,
sevgili Erdalım.
28 Ekim 1949
Erdalım, sevgili evladım,
Bugün Cumhuriyet Bayramı başladı. Yarın tebrikler ve geçit
resmi. Seni de tebrik edeyim. Bilesin ki, pek iyiyim. Sıhhatim yerinde, iç
politika gerginliği çok ehli oldu. Büyük söylemesini sevmem; ama üzüntüm
kalmadı gibi, gelecek sene seçimi kazansak da, kazanmasak da umurumda değil..
13 Kasım 1949
Erdal, sevgili evladım,
Annen ile beraber yarışta idik. Hava çok güzel, atlar çok,
yarış keyifli idi. Hep aklımda sen vardın. Seni çok göreceğim geldi. Amma
bilesin ki, sen aklıma geldikçe yüreğimin içinde büyük bir ümit, gururla
karışık olarak bana heyecan veriyor.
Senin çalışmana çok güveniyorum. Hiç zorlama yok. İlim
ısmarlama ile olmaz. Ne olacaksa onu sükunetle kabul ediyorum. Sıhhatin yerinde
olsun, kendine iyi bak.
1 Ocak 1950
Erdalım, sevgili Erdalım,
Yılbaşını hep senin hayalinle geçirdik. Yeni yılını tebrik
ederiz. 1950 senin için başarı yılı olsun. Bu sene içinde seni göreceğiz; seni
tekrar doktoraya göndereceğiz, bunlar bizim en kıymetli hayallerimizdir.
Haziran' ı hasretle bekliyoruz. Sömestr notunun B olduğunu kesin olarak
bildirdin. Teşekkür ederiz. Başarın bizi bahtiyar etti.
Bu sene yılbaşı gecesi, tıpatıp, peygamberin doğduğu geceye
rastladı. Hep beraber evde biz bize kaldık. Yedik, içmedik. Çünkü annen
içirmedi. Ama hep pek keyifli idik. Senden uzun uzun bahsettik. Sonra eğlendik.
Eğlencemiz: Bezik oynadık, akşam daha ziyade annenin şansı vardı, iyiye yorduk.
Ondan sonra mühim havadis: Biz bize dans ettik. Ben, Ömer, annen ile Özden'i
aldık; gramofon plağı ile bir güzel döndük. Sonra değiştirip yine dönüp
dolaştık. Saat on ikiyi geçirdik.
8 Ocak 1950
Erdalım, sevgili Erdalım,
Soğuğumuz çok. Ama ziraat mevsimi ümitli. Bu kış çok zor
geçecek sanıyorduk, şükür iyi geçiyor. Gogol' un Dead Souls
eserini bitirdim. Başladığı gibi bitti. Rus idaresinin fenalığını, çiftlik
sahipleri ile köylüleri anlatan bir tahlil. Eğlenceli ve istifadeli. Bugünkü
ihtilalin temelleri de anlaşılıyor. Şimdi Aldous Huxley' in Brave New World' ünü okuyorum. Çok fenni
ve hayali. Yeni usulde Jules Verne. Bilmem Jules Verne diye bir yazarı siz
tanır mısınız?
28 Ocak 1950
Erdal, sevgili Erdalım,
Şimdi gazetelerde, Amerika' ya atfedilerek, hidrojen
bombasından bahsediliyor. Bugünkü bir havadise göre bunun kuvveti atom
bombasından yüz kat daha ziyade imiş. Bu bombanın (H) mahiyeti hakkında bana
birkaç satır yazabilir misin?
10 Şubat 1950
Erdalım,
Ömer' e bugün biraz sordum. Dedi ki, " Dört H atom
birleşince bir helyum yapıyor. Fakat helyumun ağırlığı 4 H' den daha az
bulunuyor. Aradaki kitle kaybı enerjiye gidiyor." Bu da demek sarf olan
enerjinin 8 misli. Doğru mu anlaşılmış oluyor?
5 Mart 1950
Dün buraya Malatyalılar geldiler. Benim hem Ankara'dan hem
de Malatya' dan adaylığımı koymamı istiyorlar. Her kazadan, şehirden ve
İstanbul' dan gelmişler. Doksan beş kişi idiler. Dün akşam Ömer ve amcan Rıza
ile beraber ağırladık. İyi vakit geçirdik.
Hep iyiyiz. Hep seni düşünüyoruz. Mayıs içinde bizim de
seçimlerimiz var. Ne netice olsa, memnun olacağım. Gözlerinden öperim canım
evladım, sevgili Erdalım.
26 Mart 1950
Sevgili Erdalım,
Büyük Meclis yenileme kararı verdi. Ben seçim nutuklarımın
ikincisini söyledim. Yarın Beypazarı'nda üçüncüsünü söyleyeceğim. Mayıs 14
Pazar günü oylar verilecek. Netice ne çıkarsa şeref bizimdir, kazansak da
kaybetsek de. Hiçbir endişem yok. Sıhhatimiz, neşemiz yerinde. Ömer burada,
Özden İstanbul' da. Şimdi bir saat sonra Amerikalı General Collins' i kabul
edeceğim.
Gözlerinden öperim sevgili Erdalım, canım evladım.
18 Nisan 1950
Sevgili Erdalım,
Bir operaya gitmişsin. Bizde de İngiliz- Türk müzik
festivali var. İyi bir mezzosoprano ile bir genç şef d' orkstra gelmiş, ikisi
de muktedir sanatkarlar.
Seçim içindeyiz. Seçim gününün 14 Mayıs olduğunu biliyorsun.
Netice ne olursa, annen ve kardeşlerin iyi ve keyifli karşılamaya kendimizi
tamamıyla hazırladık. Senin de tabii ve feylesofça karşılayacağına eminim.
Gözlerinden öperiz.
22 Mayıs 1950
Sevgili Erdalım,
Şimdi 15 tarihli mektubunu aldık, ilk duyguların. Ne kadar
iyi yürekli, filozofik ve ahlaklı yazıyorsun. Teşekkür ederim. Seninle bir daha
iftihar ettim. Evimize taşındık, içinden hiç çıkmamış gibi bir rahatlık
içindeyim. Bu mektubumu eski kütüphanemden yazıyorum. Annen bir haftadır
taşınma için pek çok çalıştı. Yorgun olduğunu görüyorum. Amma sıhhati, neşesi
yerinde çok şükür. Özden, Ömer, büyükannen herkes vaziyeti iyi ve tabii
aldılar. Benim üzüntüye düşmemem için bütün hünerlerini kullandılar. Hepsinin kıymeti,
gönlümde bir derece daha arttı, eğer buna imkan var ise...
Seçimi fena nispette kaybettik. 69 yer alıyoruz 487 içinde.
Amma bu systeme majoritaire'in en aksi tecellisidir. Oya iştirak edenlerin
yüzde 40' ını almış bulunuyoruz. Birçok illerde, 1000,2000,4000,10000 farkla,
hatta 400, 500 farkla kaybettik. Nispi temsilde 6/4 yer alacaktık.
Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız binbir sebebi var.Fakat
en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletlerin hem masum, hem tabii
arzularıdır. En sıkıntılı zaman, kaybolmuş bir seçimden sonra geçen bir
haftadır. Şimdi bu bitti, iki gün sonra yeni cumhurbaşkanı ve hükümet
seçilecektir. Saat 18.30' da da ben yeni cumhurbaşkanını tebrik edeceğim. Bu
bir hafta, çok şükür sarsıntısız geçmiştir.
Beş seneden beri, politikacılar benim için nasıl bir
düşmanlık havası yaratmaya çalıştılar, bilirsin. Seçimin neticesini alır almaz
her yerden bize karşı sempati duyulmaya çalıştı. Hatta yanlış bir şey yapıldığı
hissinin halkta göründüğünü söyleyenler bile var. Bunların ehemmiyeti yalnız
bir noktadadır:
O da İnönü ailesine karşı düşmanlık telkini muvaffak
olmamıştır; itibarımız içeride, dışarıda artmıştır. Taşıdığınız adla haklı
olarak iftihar edeceksiniz.
Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için
giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir.
Memleket için, hepimiz için şeref olmuştur.
Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Gidip gelme biletini
aldığımızı Ömer tafsilatı ile yazdı. Bileti aldığını bize bildir. Sağ ol, var
ol canım Erdalım.
3 Mayıs 1951
Sevgili oğlum, Erdalım,
Şimdi Ömer' e yazdığın 28 Nisan tarihli mektubunu aldım. Ben
açtım. Ne güzel sürpriz. "The final doctorate of Erdal İsmet İnönü"
Sayende adımız bir üniversite bültenine geçiyor. Daha ilim alemine senin elinle
inşallah çok geçecek.
Şimdi ilk iş doktora tezi için tahsiline devam ettiğini
gösteren bir vesika lazım. Üniversiteden alırsın, müfettişe tasdik ettirir bize
yollarsın. Tahsisatını alabilelim. Bir de ilk mektubunda ne kadar paran var onu
bize yaz. Üç yüz dolar eki alsaydın rahat olacaktın, takip ediyoruz. Başka çare
de arayacağım. Üç yüz doların gelip gelmeyeceğini de yakında öğreneceğiz.
Önümüzdeki üç dört ay için mektep taksitini vermek lazım olup olmadığını da,
unutma bildir evladım.
Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Canım Erdal, sevgili
Erdalım."
Farz edin ki mektupları yazan milli şef İsmet İnönü, Amerika' da okuyan oğlu Erdal ile olan irtibatını telefon üzerinden kurdu ve biz de bunları internetten dinledik. İnönü' nün yerine Erdoğan'ı, Erdal' ın yerine Bilal'i, Ömer' in yerine Burak' ı, Özden' in yerine Sümeyye' yi koyun ve bir daha dinleyin.
Hepsi ve daha fazlası: İsmet - Erdal İnönü mektuplaşmaları: "Canım Erdalım, Sevgili Babacığım", Can Yayınları, Derleyen: Can Dündar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)