Şehri tam ikiye ayıran geniş, loş
ışıklı bulvar. Geceleri karanlığı ve ıssızlığı delip geçen arabaların sesleri; itfaiyeler,
polisler. Bulvardan sağa sola uzanan sokakların hayat verdiği sessiz muhitler.
O sokaklar boyunca birbirine sırt vererek dayanmış, yüksek tavanlı dükkanlar ve
evler. Perdeler yarı çekili, araç vızıltıları uzaktan geliyor. Başbaşa oturmuş,
şarabını dondurmayla kıtlayan iki kişi; içeride sen ve ben, dışarıda bizi
midesiz bulan kalabalıklar. Huzurun tanımı bu benim için, huzur bacadan girer
gibi giriyor o eve. Kaç kişi sığdırmıştık acaba o iki kişiye son anına dek. Kaç
kişi misafir ettik o perdelerin ardında. Tüm geleneğine aykırı biçimde, adım
adım birbirimizden uzaklaşarak değil, birbirimize koşarak, yakınlaşarak
yaptığımız bir düelloydu bizimkisi, elimizde türbişonlar. Kazananı ben olduğum
için, aritmetik hesapla da olsa senden daha cok yaşamış olduğum için, kendimi
suçlu hissediyorum. Vicdanım hiç rahat bırakmadı peşimi senden sonra. O kovaladı,
ben kaçtım. Kendimi farklı mahallelerin aynı tip evlerinde yaşarken buldum, hep
o ilk akşamki huzurumuzu arayarak. Ben o huzuru ararken belki o da bana rastlar
diye umardım. Umutlarımın üzerinden seneler geçti. Bazen bir atlı ordusu gibi,
bazen bir laboratuvarda hidrojenin oksijenden sıyrıldığı gibi. Sen de ben de
biliyoruz ki, artık çok yaşlı bir adamım. En sevdiğim fıkra, yalnızca hatırladığım.
Arkadaşlarım sadece hayata devam edebiliyor olanlar. Tek ortak noktaları halen sağ
olmaları. Filmlerin sonunu merak etmiyorum hiç. Duygulandığım için değil, tekrar
duygulanabilmek için karalıyorum kağıtları. Vitamin görüyorum baktığım her
yerde. Eksiğiyle ve fazlasıyla. İnsanlarda, sebzelerde ve meyvelerde. C, B, A,
K, ve E. Güneşe çıkamıyorum, biliyorsun. Ellerim titriyor genelde, gözlerim hala
sağlam. Düşersem kalkamayacağımı bilerek atıyorum adımlarımı. Son günlerde ağrılarım
ısrarcı. Ambülans sirenleri kulağımda sık sık çınlıyor. Ambülanslar da çoğaldı bu
şehirde, otelleri hastahane yaptılar. Salgın var, öpüşmüyor insanlar. Sokaklar
tenha, benden uzak durduklarını hissediyorum yürüyenlerin. Metroda, otobüste,
yakaları burun deliklerine kadar çekilmis, elleri ceplerinde sörf yaparcasına
yolalan bir avuç insan. Gazeteler yazıyor, bu geceden itibaren şehrimizdeki insanlar
artık dışarı çıkamayacakmış. Bir virüs hepimizi esir almış. Bu ortak düşmana
karşı dayanışma içinde olmamız gerekiyormuş. Yeni bir dünya kuruluyormuş, bizi içine
almayacak yeni bir dünya. Çocukluğumun savaş sonrası yıllarını anımsatıyor
bütün bunlar. Issız ve izole hayatımı yaşadığım bu evin dışında kalan herkes
benimle nihayet eşitlenirken, torunlarımızı bir daha göremeyeceğimi çok iyi biliyorum.
Aynaya baktığımda artık kendimi değil; gazete manşetlerini, televizyon
haberlerini ve bu haberlerin arkasındaki hikayeleri görüyorum. Hepsi aynada
gerçekte olduğundan da yakın görünüyor bana şimdi, hani araba fabrikalarında
özenle yazdıkları gibi. Hikayesi olan bütün bu insanlığı seviyorum aslında, hepsini
aynada seçebiliyorum. Semtimize hoş geldiniz diyorum. Onları tanıyorum. Beni
huysuz, aksi bir ihtiyar olarak gördüklerini biliyorum. Birbirlerine aldıkları
hediyeleri aslında pek sevmediklerini, sever gibi yaptıklarını, yıllar içinde
duygularının yerini mantıklarına bıraktıklarını, bazı aşklarını unuturmuş gibi yapsalar
da asla unutamayacaklarını, birbirlerine benzer olmanın onları ne kadar güvende
hissettirdiğini, üzgünüm derken aslında pek te üzgün olmadıklarını, genelde bir
hayat boyu elindekilerle idare etmeye çalıştıklarını, ama çocuklarını da,
onlara göstermiş olduklarından çok daha fazlasıyla sevdiklerini de biliyorum.
Ben de, sensiz yalpalamış olsam da arada, iyi kötü idare ettiğimi düşünüyorum.
Senle tanıştığım o tren geliyor aklıma. Gelip karşına oturduğumda tabiatı tam da
kalbinden yakalamış gibi olmuştum. Şimdi, gecenin bu vaktinde, tabiata bir kalp
borçlu olduğumu hissediyorum. Soluğum kesiliyor ve terliyorum. Vade doldu. Vicdanım
artık rahat, yüküm öylesine hafif. Sen ve ben eşitmişiz gibi. Yine
düellodaymışız gibi. Sana geliyorum. Hayatımın en mutlu günü.